31 Aralık 2014 Çarşamba

Prof. Dr. Nevzat Tarhan'dan Psikolojik Savaşa Dair...


Bu savaşta nerede duruyoruz?

İki ihtimal var. Ya Türkiye’de akıl tutulması yaşanıyor ve cinnet halindeyiz ya da önemli kişi veya cemaatler güç odaklarının psikolojik savaş stratejilerine proje malzemesi oluyorlar.

Bir  Nur cemaati grubu diğer gruba komplo kuruyor iddiası çok korkunç. Gerçek neyse ortaya çıkmalı, kimse yargıdan kaçmamalı… Düşünmemiz gereken şey şu: Bediüzzaman’ın öğretisi bu mu? Bugün Bediüzzaman’ın takipçisi olduğunu söyleyen grupların çoğu ‘Gülen Hareketi’ ile arasındaki sınırları tam olarak çizmiş değil.

Risaleleri eleştirmek moda oldu

Abdülhamid’i eleştirdi diye Mehmet Akif ve Bediüzzamanı, kendisini kutsallaştırıyor diye Mevlâna ve Bediüzzaman’ı eleştirmek ne kadar gerçekçidir? Bu tutum hangi yaramızı tedavi edecek ve tutacak bir dal arayan sokaktaki insana ne kazandıracağını merak ediyorum.


İslamoğlu’nun çıkışı

Sayın Mustafa İslamoğlu’nun kendisi dışındaki grup ve cemaatlere hep  eleştirisel, sarkasdik yani müztehzi ve yukarıdan bakışı dikkati çekmekteydi. Ancak ilhamla vahyi eşit olarak ele alıp  ‘Bediüzzaman’ın vahiy aldığını iddia ettiğini’ öne sürmesi  anlaşılır değildi. İslamoğlu’nun böyle bir çarpıtma içerisinde olacağına gerçekten inanmakta zorlanıyorum. Sohbetlerinden faydalandığım ilim sahibi bir kimsenin bu açıklanamaz yaklaşımı  bir projenin varlığını yahut bilinmeden  yönlendirilmiş olması şüphesini de beraberinde getiriyor.

Bediüzzaman hakkında ÇAĞIN VİCDANI kitabını yazdığımda bana “Bediüzzamanın eleştirilebilir bir insan olduğunu gösterdiniz” diyen bir okuyucu olmuştu. Mûterizlerin, Bediüzzamanın takipçilerinin –O’nun arzu etmediği- kutsallaştırmayı yaptıklarını  eleştirmek haklarıdır ancak eserleri kendini kutsallaştırıyor diye yorumlamak en hafif  ifade ile su-i zandır.

“Sezgisel algı” yani ilham dediğimiz şey, ruh hâli duygusal derinliğe sahip olan herkeste olur. İlham Mimar Sinan’dan Mozart’a kadar, Necip Fazıl’dan İslamoğlu’nun sözlerinde hep yaşanır. Fark şuradadır. Kibirli olan ilhamın kaynağını kendisinde bilir . Mütevazi olan temellük etmez “Yapan yaptıran Allah’tır” der.

Bediüzzaman’ı incelerken ve ‘İhlas Risalesi’ni okurken o’nun bu yaklaşımda olduğunu  “Ben sadece ma’kes yani aynayım kaynak Kur’andır”  mealindeki sözlerini hep dikkatle izlemişimdir. ‘Bediüzzaman’ vurgulamasını Said Nursi’nin kendi egosu için değil eserlerine dikkat çekmek için yaptığını düşünmüşümdür. Bediüzzaman’ı kibir içinde görmek onu hiç tanımamanın ötesinde ona büyük bir iftira da atmaktır. Ancak egosu yüksek olan kişiler onu böyle okurlar ve anlayamazlar. Bunun için de yargılarlar. Sayın İslamoğlu’nun özür dileyecek fazilete sahip olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim.

 



Gülen Hareketi

Fethullah Gülen hareketi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin orjinal hareketi  arasında  sosyal davranış açısından şu 17 farkı tespit ettim.

    Merkezi figür: Risale-i Nur (RN) Hareketi kitap merkezli, Gülen Hareketi ise şahıs merkezlidir.
    Kutsallaştırma: Bediüzzaman kendisine ‘Ulu kişi, kutsal kişi’ dedirtecek söylemlere şiddetle karşı çıkmış, şahsi keramet olarak anlaşılabilecek davranışlardan kaçınmış, kitaplarındaki tevafukla yetinmiştir. Mezarının bile gizli olmasını vasiyet etmiştir. Fethullah Gülen ise kendisinin yüksek manevi makamlardan ilahi mesajlar aldığını söyleyen takipçilerine sessiz kalarak bunu desteklemiş ve onaylamıştır. Takipçileri arasında yaygın olarak söylenen ‘Her Perşembe Hz. Peygamber’le görüştüğü’ iddiasını resmen yalanlamamıştır.

    Müsbet hareket: Bediüzzaman kendisini idamla yargılayan savcının çocuğunu gördüğünde ona beddua etmekten vazgeçmiş, Gülen ise kamera önünde bedduaya başvurmuş ve bunun yayınlanmasına izin vermiştir.

    Para ve hediye kabul etme: Bediüzzaman hiç hediye almamış, yaptığı hizmeti mali karşılığa tahvil etmemiştir. Ticaret yapmak isteyen talebelerine de şahısları adına ticaret yapmayı tavsiye etmiştir. Gülen Hareketi ise bankasından okullar ve dersanelerine kadar büyük bir sermaye grubu oluşturmuştur.

    Metodolojisi: Başlangıcı Osmanlı dönemine dayanan Risale-i Nur Hareketi’nin üç ana ayağı mevcuttur.

    İman hakikatları ile ilgili kitapları ile temel eğitim,
    Lahika kitapları ile hizmette metodoloji eğitimi ve sosyal konularda rehberlik örnekleri,
    Müdafaalarla ilgili kitapları ile saldırılara savunma stratejilerini anlatır.

Gülen Hareketi RN Hareketi içinde başlayarak Risale-i Nur eserlerinden faydalanmış  ancak 1970 li yıllarla birlikte hizmette farklı metodoloji uygulamıştır. b ve c ayaklarını ölçü olarak göz önüne almamıştır.

    Kendini tanımlama: Bediüzzaman; Nur Talebesi, Nurcu sözünü açıklıkla kullanırken Gülen Hareketi yüksek sesle Bediüzzaman ve Risale-i Nur tanımlamalarından kaçınmış ve sürekli Fethullah Gülen’i ön planda tutmuştur.

    Kitapların korunması: Bediüzzaman eserlerini hayatında Türkçe harf karakteri ile bastırmış ancak açıklayıcı ve sadeleştirici metin (text) değişikliğini istememiştir. Gülen Hareketi sadeleştirmeyi orjinali yerine geçecek biçimde yaparak basımını gerçekleştirmiş, varislerinin muhalefetine ve fikri te’lif haklarının müsade etmemesine rağmen Risale-i Nur eserlerinin temel yapısı ile oynamıştır.
    Kişisel bağlanma: Gülen Hareketi Bediüzzaman’ı vazifesini tamamlamış bir din büyüğü olarak görmüştür. Diğer Nur Hareketleri ise Bediüzzaman’ın eserlerine bağlılığı yeterli görerek sadakatlerini devam ettirmişlerdir.

    Devletle ilişki: RN Hareketinin orijininine sadık gruplar aktif siyasete mesafeli olmuşlar, cemaat adına devlet talebi ve siyasi talepte bulunmama ilkesine hassasiyet göstermişler. Bediüzzaman ve yakın talebeleri siyasete girmek isteyen kişilere sadece kendileri adına girmeleri yönünde telkinde bulunmuşlardır. Siyasette ilişkilerini görüş verme sınırları içinde tutmuşlardır. Dini değerlerin canlanmasına ortam hazırlama kapasitesindeki her siyasi hareketi desteklemişlerdir. Gülen Hareketi ise hiyerarşik bir yapılanma içinde aşırı büyüme arzusu ile kendinden olanı liyakata bakmaksızın tercih eden bir kadrolaşmaya girmiş devleti yönetmeye talip olmuştur.

    Açıklık ve şeffaflık: Bediüzzaman’ın metodu üzere giden gruplar açıklık ve şeffaflıktan çekinmemiş gizli servislerin elemanı olduğunu bildikleri kişilere bile kapılarını açmışlardır. Açık grup olmaya özen gösteren Bediüzzaman’ın tersine Gülen Hareketi ise özel güvenlik alanları oluşturup ‘kapalı bir grup’ olmuştur.

    Doğruluk anlayışı: Bediüzzaman eserlerinde ve yaşayışında doğruluk, yalan söylememek gibi ilkelerden hiç vazgeçmemiş, yargılanırken dahi yalana başvurmamıştır. “En büyük hile hilesizliktir” sözü meşhurdur. Gülen Hareketi ise ‘faydacı ve fırsatçı’ denilebilecek güven vermeyen yöntemleri doğallaştırmıştır. Zengin, şöhret ve başarı tutkunluğu ile ayrımcılık yapmıştır.
    Güç odakları ile ilişki: Bediüzzaman hayatının hiç bir döneminde güç odakları ile pazarlık iması dahi olabilecek davranışlara girmemiş, 28 yıl sürgün yaşadığı ve 18 defa zehirlendiği halde Türkiye’yi terk etmemiştir. Sayın Gülen ise 15 yıldır yurt dışında kalmaya devam etmekte, İsrail lobisinin siyasetine paralel söylem ve duruş göstermektedir.

    Din ve siyasi güç ilişkisi: Bediüzzaman “Dini siyasete alet ediyor” iddiası ile ilgili sayısı 700’ü geçen davalarında en son 1973 olmak üzere beraat etmiş kitapları iade edilmiştir.17 Aralık 2013’ten sonra yaşanan siyaset-cemaat tartışmalarında Bediüzzaman’ın resmi vesayet verdiği talebeleri ve diğer Nur Hareketi gruplarının siyasi duruşu farklı olmuştur. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyen Bediüzzamana uygun olarak siyasi ilgileri ikinci planda kalmış ilgilendiklerinde de  meşru hükümeti savunma şeklinde olmuştur. Mevcut hükümeti mümkün olanlar içerisinde en iyisi olarak ele alarak değiştirme gerekecekse bunun seçimden seçime olağan işleyişle olmasını savunmuşlardır. Gülen cemaati ise siyasi bir hareket gibi davranarak bütün varlığı ile devleti yönetme talebi ile topyekün mücadele sergilemiştir.

    Stratejik hedef: Bediüzzaman’ın stratejik hedef olarak “süreç ve vazife odaklı” olduğu, sonucu ilahi iradeye bıraktığını İhlas Risalesi’nde yazdığını ve uygulamada da bunu hayata geçirdiğini görüyoruz. Maksat olarak Allah rızasını gaye edinmiştir Ancak Gülen Hareketinin ise söylemde böyle olduğu ancak tatbikatta stratejik olarak “sonuç odaklı” olduğu, uyguladığı gizli gündemli metodolojiden ve büyüme arzusundan anlaşılmaktadır. Gülen cemaatinde Allah rızası anlayışının Allah adına liderlik anlayışı ile karıştırıldığı görülmektedir.

    Dünyevîlik-uhrevîlik farkı: Kemiyet, keyfiyet bakışını da belirleyen bir farktır. Bediüzzaman en yüksek değer olarak ihlası almış, ihlasa aykırı olan maddi zenginliği, takipçi olanın çokluğunu reddetmiştir. Uhrevi bir cemaat olmaya itina göstermiştir. Gülen Hareketi ise ihlası ikinci plana almış adanmışlık adı ile itaati ve daha çok çoğalmayı yüceltmiştir. Dünyevi bir cemaat olmayı önceliklemiştir. Bu esas açısından temel bir fark olmuştur.
    Diğer dini cemaatlerle ilişki: RN Hareketi İhlas Risalesi’nde yer alan “Hak sadece benim mesleğimdir dememelisiniz” düsturuna uymayı tavsiye ederken Gülen Hareketi diğer dini cemaatlere uzak, yukarıdan bakışlı, mesafeli durmuş ve işbirliğinden kaçınmıştır.

    Zulme karşılık verme biçimi: Bediüzzaman vefatı öncesi Urfa’ya vuslat yolculuğuna çıkarken söylediği son sözler “Beni anlayamadılar” olmuştu. Her iktidar tarafından zulüm, eziyet, hapis ve en azından mecburi ikamete mecbur edildi. O büyük imamların yaptığı gibi itiraz etti ama isyan etmedi. Gülen grubu ise maalesef zülme uğradığını düşünerek 28 Şubat 1997 “medya, asker, yargı” darbesini hatırlatır “medya, polis, yargı” darbesi diyebileceğiz girişimlerde bulunmaya devam ediyor. Karşısında güçlü bir liderlik bulunmasaydı şu anda Türkiye kaos yaşayacaktı. Kaldıki karşısında isyan edilecek bir kadro da yoktu.

Bediüzzaman gelenekle geleceği birleştirmiş İslamla demokrasiyi mezcetmişti.



Büyük İmamlar ne yapmıştı?

Hanbelî, zalim hükümdarlarla ilgili hadisleri neşrettiği için, Hanefî; katl fetvası vermediği için, Malikî baskı ile boşanmanın geçersiz olduğunu  söylediği için, Rabbanî ordu içinde müridleri var şiayı tenkid ediyor denilerek işkence, hapis ve sürgüne maruz kaldılar. Şafî; ilmi tenkitleri nedeniyle idamdan dönmüştü. Bütün imamlar zaman üstü olarak anlaşmışlar gibi itirazlarından vazgeçmediler ama isyan da etmediler.  Bediüzzaman kendi döneminde farklı fikirlerini, itirazlarını yazılı olarak neşretti hapse razı oldu ama vatanını terk etmedi, itirazını isyana çevirmedi. “Dahilde cihat maddi olmaz manevi olur” diyerek fikir mücadelesi yaptı. Bu sosyal duruş İslam dininin şiddete izin vermediğinin canlı bir duruşu ve bence demokrasi dersi idi.

BAŞARI KÖRLÜĞÜ

Görüldüğü gibi aralarında önemli farklar olan dini cemaat ve gruplar müştereklerini bir kenara bırakarak birbirlerine benzemeyen özellikleri üzerinden çatışmaya girmişlerdir. Bu çatışmayı maksimize eden üçüncü taraflar vardı ve yaşananları bir proje olarak düşünmek gerçekçi bir değerlendirme olacaktı.

Çözüm olarak hiç bir dînî cemaatin, zulme de uğrasa, açık açık yolsuzluk vakaları dahi olsa, meşrû iktidara savaş açma hakkı yoktur, silahı  toprağa gömen taraf Gülen cemaati olmalıydı.

Psikolojik savaş stratejistlerinin en çok kullandığı özellik olan “Narsizm”dir. Yani kendini özel, önemli, ayrıcalıklı ve üstün görmek. Hem cemaat narsizmi hem de yöneticilik narsizmi haddi aşmaktır ve bir çeşit zulümdür. Buna başarı körlüğü ve başarı hastalığı da diyebilirsiniz.

Siyasi iktidar ise ihanete uğramanın asabiyeti ile adaletten sapıp sapmama sınavı ile karşı karşıyadır. “İnsanların size itaat etmesini istiyorsanız onlara adaletli davranınız.” diyen semavi öğretileri hepimizin hatırlamasında fayda var.

İtirazı isyana çeviren de, tedbiri adaletsizce yapan da sınavı kaybeder. Hepimiz son olaylarda nerede durduğumuzu sorgulamalıyız.

Vesselam.

ALINTI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan

23 Aralık 2014 Salı

İsmaililer, Haşhaşiler, Batiniler ve Günümüz...

 

Malum Haşhaşiler, kimler ve ne olduğu tam bilinmese de günümüzde oldukça popüler...

Peki ama bu Haşhaşilik nedir ki, tarih boyunca nice örgütlere kaynaklık etmiş, günümüze kadar da dillere dolanmış. Odatv'den Asiye Güldoğan Haşhaşiler hakkında daha önce bilinenin aksine  farklı bir yazı kaleme aldı.Haşhaşiliği ve dini terör örgütleri kuran Hasan Sabah değil, dinlere inanmayan din alimi Meymun adında biriymiş. Devlete nasıl sızdıklarını da anlatan Güldoğan tarikatın nasıl bir yapılanma içinde olduğunu da yazdı.

Haşhaşîler denildiğinde, akla Hasan Sabbah, onun meşhur Alamut Kalesi, bir de uyuşturduğu fedaîlerini sahte cennete sokup, kadınlarla her türlü zevki yaşattıktan sonra çıkarıp, onlara o cennete tekrar kavuşmaları için görev vermesi, fedaîlerin de gerçek zannettiği bu sahte cennete tekrar kavuşabilmek için bir an önce ölmek uğruna verilen her emri yerine getirmesi akla gelir.

Hasan Sabbah, İsmailîler veya Fatimiler adıyla bilinen ama gerçekte dünyanın en gizli örgütlerinden biri olan bir tarikatın, Meymunîlerin, İran bölgesinde yaşayan temsilcilerindendi. O tarikatına, gerçekte gizli örgüte, Haşhaşîlik boyutunu katmış ve kendine has bir fedaîler sınıfı oluşturmuştu.

MEYMUN'DAN HASAN SABBAH'A

Bu akımların temeli olan gizli tarikat Meymunîlik, Meymun ile başlıyordu ve bunların tarihi, Meymundan Hasan Sabbaha, ondan son Haşhaşî lideri Şeyh-ül Cebel Sinana kadar uzanıyor.

DİNLERE İNANMAYAN BİR DİN ALİMİ: MEYMUN

Doğu İranda yaşayan Meymun, bir fakih (islâm fıkhı uzmanı) olarak tanınıyordu. Oysa gerçekte hiçbir dine bağlı olmayan, tersine her dini hor gören birisiydi. Yakın arkadaşları ve oluşturduğu çevresiyle bir araya geldiğinde din ile alay ediyor, bu tutumunu âdeta bir ideoloji haline getirip çevresini örgütlemeye çalışıyordu. Her gece toplanan Meymun ve çevresi, bu görüşlerini yaymak istiyorlar fakat içinde bulundukları toplum İslâm toplumu olduğu için, açıktan İslâm düşmanlığı da yapamıyorlardı.

ŞİİLİK PERDESİ ALTINDA GİZLİ FAALİYET

Meymun ve arkadaşlarının izlediği bu yol, ister istemez gizliliğe dayanıyordu. Gizliliğin dışında yaptıkları bir başka şey ise, Şiiliğin merkezi olan İranda, sünni mezhebine karşı şiiliği savunuyor görünmekti. Şiilik, esasen yapısı nedeniyle gizli çalışmalara perde olacak yapıda bir mezhepti.

Meymun ve arkadaşları Şiilik perdesi ardında, kendilerine özel toplumları yönetmek amacına dayalı gizli mezheplerini yaymaya çalıştılar ve bu konuda azımsanmayacak bir örgütlenmeye girdiler. İslâm toplumunda, islâm karşıtı bir akımı yaşatabilmek için, büyük bir gizlilik içeren yapılanma oluşturdular.
BAŞKALARI NASILSA ONDAN GÖRÜN

Meymunun kurallarına göre, adamlarından her biri, yaşadığı çevresinin ortamına uygun bir vaziyet almak zorundaydı. Eğer dindar çevredeyse, Meymun bağlıları, herkesten çok dindar görünecek, serbest bir çevredeyse, en serbest olacaktı. Hangi çevrede olursa olsun, çevresine herkesten daha fazla uyumlu olmak Meymun bağlılarının göreviydi.

EN ÖNEMLİ HUSUS SIR TUTMAK

Dindar çevrede bulunanlar, çevrenin güvenini kazanmak için herkesten fazla ibadet ediyorlardı. Herkesten fazla namaz kılıp, oruç tutan ve takvasıyla Müslümanların takdirini kazanan Meymun bağlısı, artık en üstün takvalı Müslüman kabul edildikten sonra, çevresini saran ve onu evliya sanan Müslümanlardan uygun bulduklarına, gerçek sırlarını yavaş yavaş açıklamaya başlıyordu. Meymunun örgütüne girenlerin gözetecekleri en önemli husus, sır tutmayı bilmeleriydi. Zaten sevilen, çevresi olan ve sır tutmasını bilenler tercih ediliyordu.

Meymun bu sistemi kurduktan sonra, örgüt zamanla etkinliğini artırdı. Örgüt henüz büyüme aşamasındayken, Meymun öldü. Ama ölümünden önce örgütünü de, servetini de oğlu Abdullaha bıraktı. Meymun oğlu Abdullah, bu gizli örgütü daha sistemleştirecek ve büyük bir güç haline getirecek kişiydi.

 

MEYMUN'UN OĞLU ABDULLAH ÖRGÜTÜ ŞİİLİĞE DAYADI

Babasının çevresinde yetişen, felsefeyi ve maddeciliği öğrendiği kadar, yer yüzündeki bütün dinleri araştıran Meymun oğlu Abdullah, tarikat havasındaki örgütün daha yaygınlaşması için, örgütü gerçekten de tarikata dönüştürmeye karar verdi. Meymunun kurduğu örgüt, oğlu Abdullah sayesinde Şiiliğe dayalı bir tarikata dönüştü.

Bu yeni bir tarikat demekti ve Abdullah, tarikatı bütün şiileri etkileyecek bir imama dayandırdı. Hz. MUHAMMEDin kızı Hz. FATMAnın torunlarından İmam İSMAİLe...

İmam İSMAİL, Hz. ALİ gibi ruhani sırlara ve ilime vakıftı. Oğlu, Muhammed Mektum, babasından bunları öğrenmişti. Abdullah da, bu ilimle ilgilenmiş ve bu ilimle tahsil etmiş biriydi. Bu yüzden İmam İsmail tarikatını oluşturmak onun için zor olmadı ve herkesi İsmailî tarikatına girmeye davet etti.

Böyle bir tarikata girmeye hazır potansiyel zaten vardı İranda. Fakir ya da zengin, halk ya da devlet yöneticisi, her kesimden bu tarikata girmek için can atabilirlerdi. Çünkü tarikatın ismi cazipti. Hele Hz. FATMAnın torunu olan bir imam tarafından öğretilen gizli bilgilere ve ruhani sırlara sahip olmak duygusu tarikata olan rağbeti artırdı.

YEDİ DERECELİ AYİN

Babasının bıraktığı Daî diye adlandırılan propagandacıla, bir havari ordusu gibi dağılıp tarikatı ve tarikatın yeni lideri Meymun oğlu Abdullahı her tarafta anlatıp, insanları İsmaîlî tarikatına davet ettiler.

ŞİİLİĞİN PİRİ OLDU

Kısa zamanda Meymun oğlu Abdullahın ilmi zenginliği, yüksek zekası, gösterdiği kerametler her yerde konuşulmaya başlandı. Adı sanı bilinmeyen Meymun oğlu Abdullah, bir anda en tanınmış isim haline geldi. Şiiliğin piriydi artık ve bu manevî dünya onun ruhanî idaresine geçmişti. Tarikat kurulmuş, Meymun oğlu Abdullah, bu tarikatın ilk şeyhi olmuştu.

Tarikat İsmaîlîler adıyla büyüdü, genişledi. İsmaîlîler adıyla bilinen tarikat, gizli ilimlere ilgisinden dolayı Batinîler diye de tanınıyordu.


 

YEDİ DERECELİ AYİN

Meymun oğlu Abdullah, tarikatı yaygınlaştırmış, kitlelerin ilgisini çekecek hale getirmişti ama bunlardan daha önemli başarısı, tarikat içinde manevî labirentler oluşturması ve gerçek amaca ulaşabilmek için yedi dereceye bölümlemiş olmasıydı.

Her yerde tekkeler, zaviyeler ve şubeler açan tarikatın çekirdeğinde yer alan gizli teşkilâtın yapısı, Zerdüştlüğün gizli kurallarına çok benziyordu. Zaten yedi rakamı, Zerdüştlükte kutsaldı ve Zerdüştlükte de yedi dereceli ayin yapılıyordu.

Zerdüştlük mezhebinin gizli mabedlerine kabul edilecek olanlar, önce bir mağaraya sokuluyor, orada arslan, kaplan veya sırtlan gibi vahşi hayvan kılıklı hayaletlere, gerçekte illizyonizme karşı mücadele veriyorlar, binbir güçlükle bu mağarayı aşabilenler ikinci mağaraya girebiliyorlardı.

İkinci mağarada onları gök gürültülerine benzeyen korkunç sesler karşılıyordu. Birbirinden tehlikeli ve korkunç yeri mağaradan geçtikten sonra Pir-i Muganın huzuruna alınıyorlar ve böylece ondan mezhebin ilk kurallarını öğrenmeye başlıyorlardı.

TARİKATIN YEDİ DERECESİ

Meymun oğlu Abdullah bu sistemi kendine göre yeniden düzenleyerek tarikatını yedi dereceye ayırmıştı.

1. Müminler derecesi: Tarikatın dış yüzünü oluşturan bu derece, tarikata girmek isteyen herkese açıktı. Tarikata girmek isteyen, bağlı olacağına söz veren ve yemin eden herkes mümin sayılıyordu. Bu derece, tarikat mensuplarının ilk durağıydı ve bu derece tarikata alınma ve tarikatın pirine el vermekten ibaretti.

2. Yükümlüler derecesi: Birinci derecede yer alıp da, burada yetişenler, olgunlaşanlar arasında yetenekli olanlar, yükümlülük derecesine ulaşıyorlardı. Bunların görevi, tarikat dışında kalan topluluklara karışarak tarikatı anlatmak, tarikata taraftar toplamaktı. İlgilendikleri kişileri bir süre hazırladıktan sonra, uygun gördüklerini amirleriyle görüştürmekle yükümlüydüler. Bu işlerde başarılı olanlar, üçüncü dereceye yükseliyordu.

3. İzinli Daîler derecesi: Propaganda yapmaya yetki verilmiş kişilerin derecesiydi. Bunlar dışarıdan tarikata girmek isteyenleri kabul edebiliyorlar ve onlardan İmam adına biat alabiliyorlardı. Ayrıca tarikata girenlere ilim ve marifet kapılarını açıyorlar ve onlara azar azar tarikatın sırlarını aktarıyorlardı. Müminlerin derecesini yükseltenler de bunlardı.

4. Büyük Daîler derecesi: Daî-yi Ekber diye tanımlanan bu kişiler, İzinli Daîlerin amirleriydiler. İlk üç daî, bunların emiriyle hareket ediyorlardı. Bunlara Kapı anlamına gelen Bab deniliyordu. Bu dereceye varmış olanlar, asıl kapıdan içeriye girme hakkını kazananlardı ve bu derece, daha yüksek derecelerin kapısıydı.

5. Yudum Emenler derecesi: Büyük Daîler derecesinden sonra gelen bu derece, ilim ve marifetin kaynağı olan Hüccetden bir yudum ilim emmeye uygun bulunanlar derecesiydi. Çocukların annesinin memelerinden süt emmesi gibi, bu derecedekiler ilim ve marifeti emiyorlardı. Bu dereceye varanlara Zu massa, bir yudum emenler deniyordu.

6. Hüccet derecesi: İlim ve marifeti, kendilerinden sonra gelenlere damla damla verenlere hüccet deniliyordu. Kendisinin İmamdan aldığı marifeti, Yudum Emenlere aktarmakla yükümlüydüler.

7. İmam derecesi: İmam, en büyük makamın sahibiydi. Doğrudan ALLAH ile irtibatlı olduğuna inanılan kişiydi. Gaybin ilmi ona aracısız ulaştırılıyordu. En yüce bilgili anlamına gelen Belâğ-ı Azam, En büyük sır anlamına gelen Namûs-ı Ekber gibi ünvanlara sahipti. Her yaptığı, her söylediği, dine karşı bile olsa din gibi kabul görürdü. İnanışa göre, can, mal, ırz ve kader onun emrine bağlıydı. Ona yönelik ithamlar, düşmanlıklar ALLAHa yapılmış gibi olurdu.

Bu derecelenmelere sahip tarikatın derece sahibi olanları, işlerini iyi yapan kişilerden oluşuyordu. Zaten ilimle ilgili oldukları ve âlim tanındıkları için, halkın gözünde itibar sahibi kişilerdi.

 

DEVLETE OPERASYON ZAMANI


Bilgileri kadar, yöntemleri de oldukça ustaydı. İnsanlara nasıl yaklaşacaklarını, onların huy ve karakterlerine uygun nasıl davranacaklarını, insanları yönlendirmesini çok iyi biliyorlardı. Bunun dışında izlenen bir başka yol, dünyada ne kadar büyük adam varsa, onların da bu tarikattan olduklarını söylemekti. İzlenen yollar kadar, bu yolları uygulayan kişiler de önemliydi ve gerçekten bu kişiler işlerini çok iyi bilen, bölgesinde en güvenilir sayılan kişilerdi.

Uzun yıllar boyunca sessiz sedasız faaliyet gösterdikten sonra sadece İranda değil, başka ülkelerde de en etkili yerlere gelmişler, devletlere, kurumlara sızmışlar, topladıkları himmetlerle ekonomik güç haline gelmişlerdi.

891 yılından itibaren devleti ele geçirme operasyonları başlattılar. Bu dönemde Ferec Kaşaninin Zikreveyh adıyla başlattığı harekat, herkesin büyük bir din alimi gördüğü Zahidin yaptıkları tarihe geçecekti. Gece gündüz namaz kılan, oruç tutan, günde 50 rekat namaz kılınması gerektiğini söyleyen, yeri yurdu olmayan, güneş altında yatan, takvasıyla büyük kitleleri adeta büyüleyen Zahid, bu gizli yapıyı devleti ele geçirme noktasına getiren kişiydi aynı zamanda.

Zahidin yaptıkları insanları şaşkına uğratan türden. Günümüze de uyan çok yönleri var. Okuduğunuz zaman, Vay canına! diyeceğiniz, romanı yazılsa filmi çevrilse ratingler yıkılır diye düşüneceğiniz cinsten.

 

12 Aralık 2014 Cuma

Fetih Hutbesi ve Tebessüm

--Resul-i Ekrem Efendimiz (A.S.M) Mekke'nin fethinde Kabe-i Muazzama'nın kapıısında durarak, mübarek yüzünde beliren tatlı tebessümleriyle halka bakarak şu hutbeyi irad etti:
--"LA İlahe illaALLAH.Yalnoz O vardır. O'nun şeriki yoktur. O, vaadini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Aleyhinde toplanan düşmanları tek başına perişan etti.
--Bilmelisiniz ki, Cahiliye devrine ait olup, iftihar vesilesi yapıla gelen her şey; kan, mal davaları, bunların hepsi bugün, şu ayaklarımın altında kalmış, ortadan kaldırılmıştır.
--Bütün insanlar Adem'den (A.S.), Adem de topraktan yaratılmıştır.ALLAH buyuruyor ki : 'Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ; sonra  da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. ALLAH katına en şerefliniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki ALLAH herşeyi hakkıyla bilir, herşeyden haberdardır."
--Efendimiz( A.S.M), bu hitabesinden sonra, halka " Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu.
--Kureyşliler, " Kerem ve İyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız." dediler. Bunun üzerine Efendimiz şöyle konuştu:
--"Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'la kardeşlerinin hali gibidir. Yusuf'un kardeşlerine dediği gibi ben de sizlere diyorum: 'Bugün sizin için bir kınama yoktur!ALLAH sizi affetsin.O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.'"
Haktan Ders Alan Efendimiz : "Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et , cahillerden yüz cevir." [A'raf, 199]


11 Aralık 2014 Perşembe

II. Abdulhamid'in son anları ve son sözleri

-21 Eylül 1842´de başlayan hayatı, 10 Şubat 1918´de sona erdi..

 
 -Cihan Harbi´nde (1914–1918) cephelerden gelen acı haberler karşısında çok üzülen yaşlı hünkâr, her yanı tarih kokan ama merkezî ısıtma sistemine ve diğer saraylardaki gibi ihtişamlı şöminelere sahip olmayan Beylerbeyi Sarayı´nda, mangal ateşiyle ısıtılan bir odada ölümü karşılamak zorunda bırakılmıştı...
-5 Şubat 1918´de şiddetli soğuk algınlığı sebebiyle rahatsızlanan 2. Abdülhamid, saray doktoru Hüseyin Âtıf Bey´in verdiği ilâçları kullanınca akşama doğru iyileşir gibi oldu; hattâ giyindi ve biraz dolaştı..
-Devlet erkânı ve İstanbul halkının iştirakiyle toprağa verilen padişahın son günleri ve cenaze merasimi, üzerinde durulması gereken hâdiselerdir. Tam 33 yıl (1876–1909) Devlet-i Âliye´yi idare ettikten sonra 31 Mart Vak´ası ile tahttan indirilen ve İttihatçılar tarafından Selanik´e sürülen 2. Abdülhamid, Balkan Harbi´nin patlak vermesi üzerine İstanbul´a geri getirildi. Hâkân-ı Sâbık, beş yıl boyunca Beylerbeyi Sarayı´nda sıkı gözetim altında yaşadı...
-Akşam yemeğinde âdeti olduğu üzere ailesiyle birlikte sofraya oturdu. İştahsızlıktan söz ederek bir köfte, bir iki kaşık kabak, bir adet de pirinç unu tatlısı yiyen 2. Abdülhamid, yemekten sonra göğsünde bir sancı hissetmeye başlayınca Müşfika Hanım derhal doktor getirtmek istedi; ama Âtıf Bey o sabah müsaade alarak evine gitmişti...
-Kardeşi Vahdettin Efendi´nin hususî doktoru Aleksiyadis Efendi Beylerbeyi´nde oturuyordu. Hemen Muhafız Kumandanı Rasim Bey ona haber gönderdi. Abdülhamid´i muayene eden doktorun teşhisi 'zatürree' başlangıcıydı. Hâkân-ı Sâbık´ın üşüme nöbetlerinin ardı arkası kesilmiyordu...
-Bu arada Sultan Reşad ve Enver Paşa´ya vaziyet bildirildi. Sonunda Âtıf Bey saraya geldi. O da muayene neticesinde aynı kanaate varınca Abdülhamid, bir de meşhur doktorlardan Neşet Ömer Bey´e kontrol ettirildi. Durumu iyi değildi, sabaha kadar sarayda kimsenin gözüne uyku girmedi..
-Doktorların tavsiye ettiği ilâçları kullanmasına rağmen, Abdülhamid´in hastalığı ağırlaşıyor ve bir iyileşme belirtisi görülmüyordu...
-Sabahları banyo yapmaması tavsiye edilen Abdülhamid, ihtimal vefat edeceğini hissetmiş olmalı ki, 'Banyo benim medar-ı hayatımdır, beni kimse bundan men edemez, beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helâl etmem.' diyerek bu tavsiyeyi dinlemedi. Vefat ettiği günün sabahında da banyosunu yaptı...
-Hayatının son yirmi yılında dâima yanında bulunan Müşfika Hanım, banyodan sonra çamaşırlarını giydirdi yaşlı çınarın...
-Fakat bir şey dikkatini çekti. Abdülhamid´in sırtı fevkalâde terliyordu. Müşfika Hanım endişe içerisinde, 'Aman efendiciğim çok terliyorsunuz.' deyince Abdülhamid´in dudaklarından, 'Kadın, bu ecel teridir' sözleri döküldü...
-Bu ifadeler karşısında Müşfika Hanım irkildi...
-Daha sonra Abdülhamid oturduğu yerde sabah namazını edâ etti ve sütünü istedi...
-Âdeti üzere yarım bardak maden suyuna karıştırılmış sütünü içtikten sonra, 'Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim.' deyip Müşfika Hanım´ın yardımıyla yatak odasına girdi ve yavaşça yatağına uzandı...
-O dakikalarda Sultan Reşad´ın, Selâm-ı Şâhâne ile Dolmabahçe´den gönderdiği doktorlar geldi...
-Muayene esnasında Şehzade Âbid Efendi´nin mahzun bir hâlde karşısında durduğunu gören Abdülhamid, 'Ağlama oğlum. İyiyim, üzülme.' diyerek onu teskin etti...
-Biraz rahat nefes alabilmek için doktorlardan kan almalarını istedi...
-Heyet odadan çıktıktan sonra içeride kalan Rasim Bey, Abdülhamid´in yanına gelerek elini öptü ve 'Hâkânım hakkını helâl et!' dedi...
-Doktorların, rahat etmesi için morfin yapma tekliflerini ise reddetti...
-Abdülhamid, Selanik sürgününden bu yana yanında bulunan muhafız kumandanının yüzüne hayretle baktı, bir cevap vermedi...


-Sonradan içeriye giren Saliha Hanım´a gülümseyerek, 'Rasim Bey bizden ümidi kesmiş olacak ki, elimi öptü, benden helâllik istedi.' dedi..
-Gözleri dolmuş bir hâlde ah çekerek, 'Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok.' diye ilâve etti..
-Müşfika Hanım bu sırada, 'Efendiciğim! Bundan büyük hastalıklar geçirdiniz. İnşallah yine iyi olursunuz. Hakkınızı da elbet Allah alır' cevabını verdi...
-Doktorlardan durumun ciddiyetini haber alan Sultan Reşad, ağabeyinin en büyük oğlu Şehzade Selim Efendi´ye haber yollayarak, kardeşleriyle birlikte hemen Beylerbeyi´ne gitmesini istedi...
-Öğleye doğru Selim Efendi ve Ahmed Efendi saraya geldi...
-Haberi getiren Dilberyâl Kalfa´ya, şehzadelerin biraz beklemesini söyleyen Abdülhamid, sulu bir kahve istedi...
-Müşfika Hanım´ın koluna dayanarak oturan Abdülhamid, Şöhreddin Ağa´nın getirdiği kahveyi eline aldı ve bu sırada gözlerini odada bulunanların üzerinde gezdirerek âdeta onlarla vedalaştı...
-Vefakâr eşi Müşfika Hanım´ın avucunu öperek, 'ALLAH senden razı olsun.' dedi. Sonra Saliha Hanım´ın elini tutarak, 'Hakkını helâl et' deyip onunla da vedalaştı...
-Kahveden bir yudum içti; ama ikinci yudumu içemeden kahve Müşfika Hanım´ın avucuna döküldü ve yüksek sesle 'ALLAH!' diyen Abdülhamid´in başı Müşfika Hanım´ın koluna düştü...
-Odadan yükselen 'Efendimiz bayıldı, doktor yetişsin!' sesleri üzerine Âtıf Bey koşarak geldi...
-Bu sırada Şehzade Âbid Efendi de doktorla birlikte içeriye girdi...
-Sultan Abdülhamid´in râhmet-i Rahmân´a kavuştuğunu anlayan Âtıf Bey, bu acı hakikati odadakilere söylemedi. Kolları arasında Abdülhamid´i tutan Müşfika Hanım bir türlü kendisini bırakmak istemiyordu...
-Onlar dışarı çıktıktan sonra, hâlâ odada bulunan Dilberyâl Kalfa´ya, 'Ne duruyorsunuz? Bir tülbent getiriniz de çenesini bağlayalım' deyince, kapıda bir şey anlamadan duran sadık bendegân Kahvecibaşı Şöhreddin Ağa´nın feryadıyla Abdülhamid´in ölüm haberi sarayda yankılanmaya başladı...
-Zâbitlerden Zekeriya Efendi de cenazenin başında Kur´ân okumaya başladı... 
-Şehzade Âbid Efendi, 'İnanmam. Babam şimdi yatağında oturuyordu.' diyerek ağlıyordu. Diğer şehzadelerin de gözlerinden yaşlar akıyordu. Ölüm haberi alan muhafız zabitler, içeri girerek son ta´zim vazifelerini yaptılar ve kadınları dışarı çıkararak ikişer ikişer nöbet tutmaya başladılar... 
-Efsane Sultan´ın ölümü duyulunca Beylerbeyi Sarayı taziyeye gelenlerle dolmaya başladı. Hânedândan çokları geceyi sarayda geçirdi ve sabaha kadar Abdülhamid´in ruhu için dualar edildi, Kur´ân-ı Kerîm okundu... 
-Zatürreeye yakalandıktan sonra vefat eden Osmanlı padişahlarından üçünün, yani Sultan 2. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülhamid´in 'baba, oğul ve torun' olmaları mânidâr bir tevafuktu...
-Sultan Reşad, ağabeyinin Sultan 2. Mahmud Türbesi´ne defnedilmesi ve bilfiil makam-ı saltanatta bulunan padişahların cenazelerinde yapılan merasimin aynen yapılmasını irâde etti. Padişahın bu emri, icabedenlere tebliğ edildi...
-Aile içinden bazı kimseler, Abdülhamid´in, Fatih Sultan Mehmed´in türbesine defni için ısrar ettilerse de Enver Paşa, 'Fatih´in türbesine hiç kimsenin defni câiz olamayacağından bahisle' muvafakat göstermedi...
-76 yaşında hayata gözlerini kapayan Sultan Abdülhamid´in cenazesi, 11 Şubat 1918 Pazartesi günü Beylerbeyi Sarayı´ndan Topkapı Sarayı´na getirilmeden evvel, ailesi ve yakınları tekrar odasına girip son hürmeti ve vedâı yaptılar...
-Cenaze zâbitler tarafından taşınırken, askerler de sarayın bahçesinde selâma durdular. Cenazenin çıkarılmasının ardından muhafız komutanı tarafından oda mühürlendi...
-Bir Osmanlı padişahı vefât edince, âdet olduğu üzere cenazesi, dört asır devletin idare edildiği Topkapı Sarayı´na getiriliyordu... 
-Sarayın en mahrem bölgesi kabul edilen üçüncü avludaki Mukaddes Emanetler Dairesi´nde, altın bir sandıkta atlas örtüler içinde Efendimiz´in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mübarek hırkası muhafaza ediliyordu...
-ALLAH Resûlü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve Asr-ı Saadet´ten mübarek hatıralar taşıyan bu daire, hayatın ötelere endekslendiği mübarek bir mekândı...
-Hemen arkasında yer alan çeşme ise, tarihimizin ayrı bir ibret vesikasıydı. Vefât eden padişahlar, 'hayat-ölüm çeşmesi' denen bu çeşmenin başında gaslediliyorlardı...
-Sultan Abdülhamid´in cenazesi muhafızlar, Enderûn-ı Hümâyûn ağaları ve saray erkânı nezaretinde Hırka-i Saadet´in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi...


-Kapı kapandıktan sonra daire erkânından başkası içeriye giremedi ve Enderûn ağaları nezaretinde cenaze burada yıkandı...
-Sultanın vücudunda uzun bir hastalığın zaafı, teninin renginde ölüm sarılığı yoktu. Saçı ve sakalı ağarmış; gözleri kapanmış, çukura batmıştı...
-Yıkandıktan sonra sarı ipek işlemeli havlularla kurulanan naaş, kefenlenip hürmetle tabuta konuldu...
-İçeride bunlar olurken Hırka-i Saâdet´in önündeki kalabalık, her geçen dakika artıyordu. Veliahd Vahdettin Efendi, şehzâdeler ve ulemâ, Enderun avlusunda yerlerini almışlardı...
-Abdülhamid, hayatının son dakikalarına kadar şuurunu kaybetmemişti. O ânlardaki vasiyeti de harfiyen yerine getirildi. Göğsüne ahidnâme duası, yüzüne Hırka-î Saâdet destimali, tabutun üzerine de siyah Kâbe örtüsü örtüldü...
-Yabancı elçiler, bu muazzam daireyi merak içinde seyrediyorlardı. Kış mevsimi olmasına rağmen hava güneşliydi. Şubat güneşi altında nişan ve sırma üniforma parıltısından başka bir şey görünmüyordu..
-Sonra birdenbire Hırka-i Saâdet´in kapısı açıldı ve Enderûn avlusunda bütün nazarlar oraya çevrildi. Herkes heyecan içinde cenazeyi görmek istiyordu...
-Nihayet, elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, kırmızı atlaslarla tezyin edilen tabut, parmaklar üzerinde dışarı çıkarıldı ve dairenin hemen önünde bulunan 'kaide' üzerine konuldu...
-Yıldız Camiî´nin vaizi etrafına bakıp, 'Merhumu nasıl bilirdiniz?' diye sorunca, avludaki servilerin arasına dağılmış kalabalıktan hazin bir ses tonuyla 'İyi biliriz...' cevabı yükseldi. Fatiha okunmasıyla bu merasim de son buldu ve tabut bir defa daha omuzlara alındı...
-Şâzelî Dergâhı şeyhlerinin okudukları Kelime-i Tevhidler, tekbirler ve na´tlar arasında Bâb-üs Saâde önüne getirildi. Cenaze namazı burada Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi´nin imameti ile kalabalık bir cemaatle edâ edildi...
-Bilâhare, padişahlara mahsus büyük bir askerî merasimle Topkapı Sarayı´nın ana giriş kapısı Bâb-ı Hümâyûn´dan çıkarılan cenaze, Divanyolu´ndaki türbeye doğru götürülmeye başlandı...
-Ayasofya önünden türbeye kadar cadde üzerinde iki sıra asker dizilmişti. Fevkalâde ihtişamlı bir surette yapılan merasimde şehzâdeler, damatlar, yabancı elçiler, askerî ataşeler, dinî, idarî ve askerî erkân, üniformalarıyla tabutun arkasında ilerliyorlardı...
-Abdülhamid´in oğulları, muazzam kalabalıkta metanetlerini korumaya çalışıyordu...
-Halktan da on binlerce insan cenazeye iştirak etti. Koca Sultan, son istirahatgâhına doğru uğurlanırken derin bir teessür içinde bulunan İstanbullular sokaklara döküldü..
-Sonunda Sultan Abdülhamid´in cenazesi dualar, tekbirler eşliğinde dedesi Sultan 2. Mahmud için inşâ edilen ve amcası Sultan Abdülaziz´in de medfun bulunduğu türbeye 'ALLAH! ALLAH!' nidalarıyla getirildi ve hürmetle kabre indirilip defnedildi...


--Böylece Osmanlı tarihinin en muhteşem padişahlarından birisi daha fâni âlemden bâkî âleme göç etmişti...
-O gün Osmanlı payitahtı, tarihinin en heyecanlı ve en hareketli günlerinden birini yaşadı...
-Pencerelerden sarkan kadınlar, 'Bizi doyuran padişahım, bizi bırakıp nereye gidiyorsun?' diye ağlıyorlardı... 
-Tahtan indirilişinin üzerinden geçen zamana rağmen halk, Abdülhamid´i unutmamış, hak ettiği vefayı esirgememiş; Divanyolu Caddesi´ne çıkan sokaklar dua eden ve hüsn-ü şehâdette bulunan insanlarla dolmuştu...(Star)  [[Kaynak : f5haber.com]]